Akıl Kalp ve Ruh Birliği ‘Medeniyet’
- Ayşegül Uzgur
- 15 Oca
- 3 dakikada okunur
Beşeriyetten Seciyeye
İnsan olmanın gereği olan özellikleri ifade eden beşeriyet, yaratıcının insanoğlunu yaratırken yine ona ve onun tabiatına göre yerleştirmiş olduğu seciyenin dış giysisidir. İnsan tabiatı; seciyesine göre şekil alır, beşeriyetine göre de bir sûrete bürünür. Toplumsal anlamda bu sîret ve sûretin dengesini sağlayan kavram, medeniyettir.

Toplumsal yapıyı oluşturan ahlaki unsurlar ile doğrudan bağlantılı bir mekanizma olan medeniyet; aklıselim ve müstakîm üzere olmanın motiflerini sanat, barış, estetik, özgürlük, değişim, yenilik ve süreklilik gibi olgularla ve ideallerle süsleyen ve şekillendiren olağanüstü yaşam deneyimlerini barındıran bir kavramdır. Doğu dünyasında İbn Haldûn, Fârâbî, Kindî, Gazzâlî, İbn Rüşd gibi düşünürlerin bakış açıları ile zenginleşen ve kadîm bir geçmişe sahip olan bu kavram; Batı dünyasında 1700 lü yıllarda isminden söz ettirmiştir. Kaynaklarda ‘Fransız devlet insanı Anne Robert Jacques Turgot’un kalemiyle daha çağdaş bir form kazanarak, bünyesindeki semantik gelişim sıfattan isme evrilmiştir’ ifadeleriyle tanımlansa da; Arapça’da ‘şehir’ manası ile kullanılan, felsefî anlamında ‘şehir’ metaforu üzerinden tefekkür ettiren kavram esasen, bir toplumun seciyesidir. Mânâ ve derinlik açısından dîn perspektifi ile değerlendirildiğinde de; akıl, kalp ve ruh birliğinin refâhıdır. Çünkü medeniyet, insanın yalnızca sûretinde değil sîretinde de yaratana karşı yükümlülük ve sorumluluklarında medenî olması gerektiği anlamını taşır. Burada aklî refâh; insanın zihnî faaliyetlerini olgun ve mütekâmil olarak yerine getirebilmesidir. Zîra, insan düşünen bir varlıktır. Rûhânî refâh; insan seciyesinin, mîzacının ve ahlâkının, toplum ahlâkı ile dengeli ve hatta toplumun ahlâk ve normlarının üzerinde olması demektir. Kalbî refâh ise, insanın kendisini evrensel bir medeniyet modeli olduğunu tefekkür etmesidir. Medeniyet; bir toplumun ahlâkî, dînî, sosyal ve kültürel refâhını temsîl eden normların bütünüdür. Toplumsal düzen ve nizâm; insanların ruhen, kalben ve aklen düzende ve huzurda olduğunun göstergesidir.
Bu noktada akla, insanoğlunun yaşadığı dünya hayatında sözü geçen ‘refâhı’ ve dolayısı ile bu refâhtan doğacak olan; doğruluk, adalet, güzel ahlâk vb. normları ne ölçüde yerine getireceği ve bunun için nasıl bir yol izleyeceği sorusunun gelmesi muhtemeldir.

İnsanoğlu ne türden bir medeniyet tasavvuruna sahip olursa olsun, tarih boyunca hayatiyeti devam eden ve ayakta kalan her medeniyetin, inanç ile bir irtibâtı olmuştur. Bir toplumun medeniyet anlayışı her ne kadar kültürel, politik ve sosyal sahalarda gelişiyor ve güncelleniyor olarak görülse de; tüm bu sahaların oluşumunun alt yapısında bir ideoloji, fikir ve inanç yatmaktadır. Netice itibari ile insan, birtakım kabiliyetlerle donatılmış olarak dünya âlemine gönderilmiştir. Kabiliyetlerinin temelinde de mânevî olarak yüklenmiş olduğu ahlâkî değerler bulunmaktadır. Bu ahlâkî değerler; insanoğlu hangi ırktan ve milletten olursa olsun, toplum içerisinde uyumlu ve dengeli bir yaşam için gereklidir. Zikredilen uyum ve dengenin dâimî ve kalıcı olması da insanın sağlam bir karaktere sahip olması ile mümkündür. Burada sağlamlıktan kastedilen îmânen, yaratıcı ile kurulan kuvvetli bağdır ve yine maddî bir karakteristik yapıdan daha çok mânevî yani ilâhî bir karakterdir.
Medenî Hâl ve İlâhî Karakter
İlâhî karakter ile anlatılmak istenilen, yaratılan varlıklar arasında kıymetli ve biricik olarak yer alan insan ve insan ruhunun, kalbinin ve aklının her an mânevî bir irtibatla yenilenmenin içerisinde oluşunu ifade etmektir. Bu yenilenme; dünya hayatı içerisinde akıl, kalp ve ruh birlikteliği ile mümkündür. Zîra insan beşeriyetine verilen bu üç kuvvet; medenîleşmenin temel prensiplerini taşımaktadır ve bu kuvvetler bir olduğunda, yeryüzünde tevhîd medenî formda ikâme etmiş olur. İlâhî karakterin bizden istemiş olduğu da bu birlikteliktir.

İlâhî karakter sahibi için ruh, ruhu en evvel yaratılmış olan fahri kainat Efendimiz (s.a.s) ile, ‘ebû’l-beşer’ olan Hz. Adem (a.s)’ı tefekkür etmektir. Zîra zâhirî mânâda tüm insanlığın atası olan Hz. Âdem, bâtında Hz. Muhammed (s.a.s)’in hakîkat nurunun ilk numunesidir. Varlık sahasında yer alan insan ruhu ise dünya hayatında bu nurdan nasiplenmek üzere gönderilmiş uhrevi vücudumuzdur yani mânevî vücudumuzdur. Ruhun dâimî olarak yaratan ile muhataplığı ilâhî karakterin dünya hayatında medenî bir formda kalabilmesi içindir. Medenî hâl, Hakk ile olan irtibatın halktaki yansımasına bakmak gibidir. O’na olan saygının, sevginin, iletişim dengesinin, doğruluğun ve samimiyetin ve daha nice ahlâk-ı hamîdenin toplumda vücut bulması halidir. İşte dünya hayatında bu iki nurun tecellisinden zuhûr eden akıl, ruhun sıfatıdır yani insanın kendisini dünya hayatı içerisinde anlamlı ve doğru konumlandırmasını sağlamakta bir araç mesâbesindedir. İlâhî karakter sahibi için aklın hakîkati, dünya âlemine gönderilmiş insana bahşedilmiş bir nimet olmasıdır. Hz. Peygamber Efendimiz (sav): Allah kullarına akıldan daha hayırlı bir şey vermemiştir buyurmuştur. İmam Gazzâlî bu hadîsi şu sözlerle şerh etmiştir: Akıl, îmanın evveli, ortası ve sonudur. Ruhun akıl sıfatını taşıyacak nitelikte yaratılmış olması, yaşamı idâme ettirecek olan ve irtibatın kuvvetini temsil edecek olan kalbi; idrakli ve ferasetli kılar ki, ilâhî karakter aklı selîm ve müstakîm üzere yaşayabilsin. İlâhî karakter ile anlatılmak istenen; bu üç kuvvetin toplumsal yapılanmanın kökeni olan medeniyet inşâsında, insanın yaratanından ayrı olmaksızın halkın arasında yaşayabilmesinden başka bir şey değildir.
Zîra farklılıklar ilâhî karakter denizinde kaybolur.
Böylece medenî hâlimiz en şeffaf hâli ile varlık sahasındaki yerini bulur.
Bir sonraki yazıda mülâki olmak dileği ile..
Commentaires